AMA ÖLMEMİŞ DEĞİL Mİ BABA
Develerin tellal, pirelerin berber olduğu, ananızın beşiğini tıngır mıngır salladığınız, zamanın evvel, mekanın muhayyel olduğu masal dünyanızın perdelerini çoktan kapatmışsınızdır.Ben kapatmadım.Bu yaşımda hala masal okurum. Arada bir vurgunsuz, soygunsuz, Kaf Dağı’nı da aşsanız yorgunsuz o dünyaya dalıveririm.
Çocukluğumun uzannamacıları -masalcı- terki dünya edeli yıllar oluyor. Tasasız çocukluk günlerimin uzannamacılarının yerini çoktandır kitaplar aldı.Masalcı ninelerden, uzannamacı emmilerden dinlediklerimden belleğimde kalanlar ise benimle birlikte ömür yolculuğuna devam ediyorlar. Belleğimin hazine odası, Keloğlan’ın, Beyoğlu’nun Peri Padişahının, Dev Analarının, Sarı Kızların değişmez ikametgahıdır. Allah nazardan saklasın, Kerem ile Aslı, Ferhat ile Şirin, Garip ile Şahsenem, Köroğlu ile Telli Nigar, bunca yıl aynı odada gül gibi geçinip gidiyorlar. Bu aziz konuklar, son nefesime kadar benimle birlikte zamanı eleyip duracaklar.
Köy çocuklarının her hastalığına; “Geyreği batmış, kasığı yazma olmuş, besmelesiz yere basmış” türünden aynı tanıyı koyup, aynı tedaviyi uygulayan koca karılar devriydi. Tavada eritilen kurşun su dolu tasa dökülüp nazar çıkarılır; “El benim elim değil, Fatıma Anamızın eli” denerek iki elle esnetilen kaburgalarla batan geyrek düzeltilirdi.
Başta babam Tahsin Çavuş olmak üzere ustalarımdan el almış olmalıyım ki belleğimde kalanları önce çocuklarıma, onları yuvadan uçurduktan sonra da torunlarıma nakledip durdum. Çocuklarımla, torunlarımla birlikte yılı yıla ularken Anka Kuşunun kanadında Kaf dağını, Kamertay’ın sırtında giden gelmez çölleri kim bilir kaç kez aşmışımdır.
Kızlarım Aslı ile Şirin, akşam eve gelir gelmez en yakın koltuğa zora cebir sürükleyip dizlerime kurulunca masal dünyamızın kapıları ardına kadar açılırdı. Kısadan kestirmez, bir iki masalla yakamı bırakmazlardı. Neden sonra gözler kapanmaya, kafalar öne düşmeye başlayıncaya kadar; “ Keloğlanla Dev Karısını, Tıktık Eden Kabacığım’ı, Seyrek Basan’ı, Ercüm İle Cürcüm’ü” birbirine ulayıp uzatır ha uzatırdık.
Baştan sona ezberlerine aldıkları uzannamayı benim ağzımdan dinlemek hoşlarına giderdi. Bunu bildiğim için bazen anlatımı değiştirmek, masala yeni karakterler eklemek istediğimde ossaat fark ederler, değişmesine asla izin vermezlerdi. Dizimin dibinde kendinden geçmişçesine dinlerken, anlatımı saptırdığımda iki ağızdan aynı anda çıkan “ Baba!” nidasıyla, masalı ilk dinledikleri haliyle, katkısız, katışıksız nakletmem uyarısında bulunurlardı.
Masal kitaplarını okurken de aynısı olurdu. Okula başlamadıkları dönemlerde bile sayfadan, başlıktan, resimlerden hangisi olduğunu bilirler, ben daha okumadan söylerlerdi. Yazılı metni yerel şiveyle okumaya başlayıp, maytaplık kabilinden araya argo kattığımda iki ağızdan birden kızgınca çıkan “Baba!” kelimesi bir satırın bile değişmesine rızaları olmadıklarının ihtarı olurdu.
Keloğlan’ın Padişahın kızına talip olması, Köseleri alt edip devlerin hakkından gelmesi, olmazları oldurup Kaf dağını aşıvermesi belirsiz zamanın bilinmez ülkesinde olağan işlerdendi. Günlük yaşamda özlemini çektiği adalet, yokluk içinde varsıllık düşü, o dünyada mutlaka gerçekleşir, murada erilip kerevete çıkılırdı. Halkın müşterek vicdanının özlediği adaleti gerçekleştiren Keloğlan, gurbetle sılayı buluşturan, yelden hızlı Kamertay, Padişahın oğluna varan yoksul kızı, masal dünyamızın sıradan gerçekleriydi.
Ben, çocukların hayal dünyasının zenginliğini, merhametini, saf adaletini uzannamacılığımda fark ettim. Öksüz kızın, yetim oğlanın kadersizliğine isyan eden çocuk safiyetini, sabi adaletini masal anlatırken öğrendim.
Aslı, Şirin her anlatımda, her okuyuşta beni masalları yeniden kurgulamaya zorladılar. Öksüzlerin, yetimlerin, yoksulların, kadersizlerin alın yazılarını sil baştan yazdırdılar Bin kez dinledikleri, baştan sona ezbere aldıkları masalın hangi satırında ölüm, hangi sayfasında zulüm olacağını bilirler, oraya gelmeden; “Ama ölmemiş değil mi baba? Ama zindandan çıkıvermiş, celladın kılıcından kaçıvermiş değil mi baba?” gibi yönlendirici müdahalelerle bahtsızların kurgusal kaderini değiştirtirlerdi.
Masallar, halkın hayal gücünün yarattığı düşler ülkesine yapılan doyumsuz yolculuklar değil midir?. İyiliğin ödül, kötülüğün ceza gördüğü, Keloğlan’ın padişahın kızını atının terkisine attığı o adil dünyanın kapılarını siz siz olun ergenlikte de kapatmayın derim. Çocuklarınızın, torunlarınızın Kamertay’ı, Anka Kuşu olun. Al Allah delini, zapt eyle kulunu deyip, uşak devşeğiniz, torun torbanızla Kaf Dağını yeniden aşın. Yerin yedi kat altına birlikte inip, gökyüzünün tavanına birlikte çıkın.
Yiyecek ekmeğe muhtaç yoksulun, Şahmaran’ın, Rüzgar Dev’in yardımıyla padişahla aşık atacak varsıllığa kavuşmasının tanığı olun. Bey kızının yetim oğlana, bey oğlunun, öksüz kıza gönül düşürdüğü o büyülü dünyada nikahlarını siz kıyın. Derelerden sel gibi, tepelerden yel gibi geçip, altı ayda bir arpa boyu yolu siz kat edin. Ara bozucu cadıları, insan yiyen devleri, cümle alemi aldatan köseleri alt, iyileri abad, kemleri berbad edin.
Her zaman metne sadık kalmak zorunda değilsiniz ya. Yavrularınıza kulak verin. Onlar adildir:“ Ama ölmemiş değil mi baba” demelerini beklemeyin. Öldürmeye değil, yaşatmaya kurgulayın masalları. Çocuklarınızın Anka’ sı olun. Zamansız, mekansız, o düşler dünyasının adaletini yüklenip sırtınıza Anka misali kanat çırpın yaşadığımız dünyaya doğru.
Avukat Hüseyin Özbek - 5 Temmuz 2017