ZEYTİNDAĞI’NDAN GÜNÜMÜZE ÇÖLDE DEĞİŞEN BİRŞEY YOK
Gazeteci Falih Rıfkı Atay, 1.Dünya Savaşında, 4.Ordu Komutanı Cemal Paşa’nın Kudüs'teki Karargahında, Özel Kalem Müdürü olarak görev yapar. Zeytindağı, Yedeksubay Falih Rıfkı’nın, Suriye / Lübnan / Filistin anıları ve Arap dünyasına ilişkin gözlemlerini yansıtan, daha yazıldığı dönemde klasikleşmiş yapıtıdır. ZEYTİNDAĞI, tarihsel, siyasal ve sosyolojik dersler açısından özellikle bu günlerde yeniden, altı çizilerek okunması gereken bir kitap olma özelliğini taşıyor.
Hz.Muhammed’in soyundan gelen Haşimoğulları, 1916’da patlayan İngiliz kışkırtmalı Arap isyanının öncüsüydüler. Arap coğrafyasının krallığı düşüyle isyana kalkışan Haşimoğulları, umduklarını bulamadıkları gibi, kısa bir süre sonra eldekileri de kaybedeceklerdir. Şerif Hüseyin’e kurulduğu tahtın sefasını sürmek kısmet olmayacak, Necd’den gelen Suudlar tarafından kısa sürede tasfiye edilecektir. İşi ilginç tarafı, Haşimoğullarının da İbni Suudların da ipleri Birleşik Krallığın elindedir! Çölün ( Necd ) güçlü kabilesi Suudlar, Hz.Muhammed’ın torunlarından geçen yüzyılın ilk çeyreğinde gasp ettikleri tahttan ayrılmaya 21.yüzyılda da niyetli görünmemektedirler!
Bölgenin 100 yıl öncesini anlatan Zeytindağı’ndan yaptığımız alıntılar, o tarihten günümüze Arap sosyolojisinde, Arap siyasetinde fazla bir değişiklik olmadığını göstermektedir. Sizin anlayacağınız, Arap cephesinde aslında yeni hiçbir şey yoktur :
" Hele çöl bedevilerinin altın ve kıymetli taştan başka dinleri yoktu. Sınır boylarındaki şeyhlerin göğsünde İngiliz ve Alman nişanları yan yana idi. Şeyh size kim olduğunuzu sorar:
- İngiliz misiniz ?
-Yaşa İngiliz!
Türk müsünüz?
-Yaşa Türk!
Siz, vereceğiniz nişan veya altını hesap ediniz. O dakikada beklediğiniz iş yapılmıştır.
İngiliz cephesinden at kaçırıp bize satan Bedeviler, dönüşlerinde bizim atlarımızı çalıp İngilizlere satarlardı. Harp cephelerinin de ortalarında saklanarak, kaçan tarafın ganimetlerini, yenmiş olan taraftan daha önce toplamak için hayatlarını tehlikeye atanlar az değildi.
Arabistan ve Irak çöllerinde yarı bağımsız şeyhlikler ve emirlikler olduğunu bilirsiniz. Bunlar, oturulan toprakla deniz arasındaki boşlukta hüküm süren devlet taslaklarıdır. Şeyh ve emirlere denizden İngiliz altını ve karadan Osmanlı altını gider. Gelir kaynaklarından biri de gazve diye dinleştirilmiş baskın ve yağmalardır.
Suriye ve hicaz tabloları arasında bu çadır devletlerden birinin hikayesine anlatmalıyım. Bu, bir emirliktir. Emirin ismi Suud’dur. Yukarı Necid’de oturur… Emirin siyasi vazifesi, İbnissuud’u güvendirmemek, Hicaz şeriflerinden hediye almak, Osmanlı hazinesinden altın çekmektir.Hükümet. Kadı dedikleri bir şeyhten ibarettir. Nikah,miras,katil,hırsızlık gibi vakalar ona verilen rüşvetlerle hallolur.Aşiretlerin bulunduğu çöllerin içine henüz paradan büyük Allah girmemiştir.Para uğruna yapılan her şey, Allah uğruna yapılmış gibidir.
Hicaz isyanı oluncaya kadar biz bu emir ve adamlarına uslu dursunlar, diye para veriyorduk. İsyan olduktan sonra Hicaz hattına gelsinler,hattı tutsunlar ve Şerif kuvvetlerini sıksınlar diye altın yolladık. Bütün altınlarımızı birkaç kişi aralarında paylaşıp, aylar ayı yola çıkmadılar.
Emir partisinin hem İngilizler, hem Şerifler, hem de Osmanlılarla hoş geçinmekten, sonunda kim kazanırsa onun hissesinden mahrum kalmamaktan başka bir tasaları yoktu.Kervan kervan silahlarımızın ve altınlarımızın çölden getirdiği ses, duadan, vaitten ve mazeretten ibaretti.
Biz Emire top da yollamıştık. Kumandan ikinci Mülazim Osman Bey’di. Aşiret, Medayin’e doğru yürüyüş gösterdiği zaman, bir vadide ateşe uğradı. Bizimkiler 1000, karşı taraf 30 kişi kaldılardı. Daha birkaç kişi yaralanınca hepsi kaçmaya başladılar. Osman Bey’e de:
-“Topunu bırak, gel!” diyorlardı.
-O benim namusumdur, bırakamam. Ne diye kaçıyorsunuz? diyordu.
Boş yere bağırdı,çağırdı.Karşı taraf üstüne üşüşüp kurşun ve cenbiye ile Türk çocuğunu parçaladılar.
Silahlar, toplar, altınlar, develer ve erzak, hepsini hepsini verdik. Ve bütün seferden bize ve yalnız bir Türk çocuğunun isimsiz, nişansız, mezarından başka bir şey kalmadı. Türk topuna sarılmış olarak parçalanan Osman, 333 senesi Haziran’ının üçüncü günü ölüp gitmiştir. “
Yakıcı güneş, kızgın kumullar ve susuzluğun etkisiyle çölde görülen suyun aslında bir hayal,yanıltıcı bir serap olduğunu bilirsiniz. Yeni Osmanlıcılık serabının peşinden 100 yıl sonra Türkiye’yi yeniden Arap çöllerine sürükleyenlerin ülkeyi düşürdüğü duruma bakar mısınız?
Av. Hüseyin Özbek