Onur gününe sürülen leke
Osmanlı’nın enerji zengini coğrafyası sulhen paylaşılamayınca kaçınılmaz hale gelen Birinci Dünya Savaşı, İtilaf Devletlerinin zaferiyle sonuçlanmış, sıra ganimetin bölüşülmesine gelmişti. Herkesin payı da aşağı yukarı belliydi. Baştan teslim olmayıp savaşın uzamasına, maliyetin artmasına neden olan Türklere hoşgörülü davranılmayacak, en ağır biçimde cezalandırılacaktı. 1914-1918 arası 4 yıldan fazla süren savaşın bütün faturasının yükletileceği Türklere, sömürgeleştirilen bir coğrafyanın sömürge ahalisi olmaktan başka bir seçenek sunulmayacaktır. Türklerin direnme yerine teslimiyete ikna edilmesi açısından işe yarayacağını düşündükleri saltanat ve hilafet makamına şimdilik dokunulmayacaktır.
30 Ekim 1918 Mondros Ateşkesi, heybedeki büyük turpun yani Sevr’in önsözü olarak düşünülmüştü. Tarihçiler ileride Mondros için Türklerin gözaltı ve tutuklama müzekkeresi, Sevr içinse idam fermanı diyeceklerdi. 13 Kasım 1918’de İstanbul Boğazı’na demirleyip toplarını iki yakaya çevirmiş 56 parçalık işgal güçleri donanması Türkler için yolun sonunun geldiğini gösteriyordu. Bir yanda işgal altındaki mütareke İstanbul’una, öte yanda adım adım işgale uğrayan Anadolu’ya bakıldığında durum gerçekten umutsuz görünüyordu.
STRATEJİK MENZİLLER
16 Mayıs 1919’da umutsuz İstanbul’dan karamsar Anadolu’ya, Samsun’a doğru yol alan Bandırma Vapuru’nun baş yolcusunun kafasında ise bambaşka düşünceler vardır. İşgal güçleri donanmasının İstanbul Boğazı’na demirlediği gün İstanbul’a dönen Sarı Paşa, 6 ay boyunca nereden nasıl başlayacağının ince hesaplarını yapmıştır. İlk adımın atılacağı, ilk kıvılcımın çakılacağı yer Samsun olacaktır. 9. Ordu Müfettişliğinin verdiği mülki ve askeri yetkileri sonuna kadar kullanacak, stratejik ilk adımı, her biri hesap edilmiş sonraki adımlar takip edecektir. Haziran 1919 Amasya, Temmuz 1919 Erzurum, Eylül 1919 Sivas, Aralık 1919 Ankara, ilk adımla çizilen rotanın stratejik menzilleri olarak tarihe geçecektir.
Türklerin kutsal isyanının meşruiyet organı TBMM’nin 23 Nisan 1920’de açılmasından ulus temelli ve üniter çağdaş bir rejimin 29 Ekim 1923’te ilanına uzanan süreçte 19 Mayıs’ın ne anlama geldiği bugün daha iyi anlaşılmaktadır. 19 Mayıs, yoğun bakımda son nefesi beklenen hastanın kararlaştırılmış ölümüne itirazıdır. 19 Mayıs, mazlum bir milletin emperyal akbabalara meydan okumasıdır. 19 Mayıs, tarihten silinmek istenen bir milletin muhteşem geri dönüşüdür. 19 Mayıs, emperyalizmin tetikçisi olarak 15 Mayıs’ta İzmir’e çıkan katiller sürüsüne Samsun’dan verilen cevaptır. 19 Mayıs, işgalcileri geldikleri gibi göndermeye ant içen Sarı Paşa’nın, sahaya çıkışıdır.
HUKUKİ DAYANAĞI YOK
19 Mayısta atılan ilk adımla başlayan mücadele Meclis’iyle, ordusuyla kitleselleşip kurumsallaşacak, işgalcilerin kovulmasıyla tercihini uygarlık ve çağdaşlıktan yana yapan yeni bir devlet ortaya çıkacaktır. Osmanlı İmparatorluğu’nun küllerinden doğan Türkiye Cumhuriyeti’nin kurtuluş ve kuruluşunun baştan sona hukuk meşruiyetine dayandığı kuşkusuzdur. O halde ilk adımı, Türklerin kurtuluşunun değil de Pontus Rumlarının soykırımının tarihi olarak kabul etmek ne anlama gelmektedir?
Yunanistan parlamentosunun 19 Mayıs 1919’u “Pontus Soykırımını Anma Günü” (23 Şubat 1994), 14 Eylül 1922’yi “Küçük Asya Helenlerinin Soykırımını Anma Günü” (28 Eylül 1998) olarak kabul etmesinin ve 1914 yılından itibaren Trakya Helenlerinin soykırıma uğratıldığına ilişkin yasalar çıkarmasının nedenleri üzerinde durulmalıdır. Yine aynı Yunanistan’ın Türkiye’yi Ermeni Soykırımı ve Süryani Soykırımı yapmakla da suçladığını belirttikten sonra kısa bir dönem panoraması çizelim.
1914-1918 Birinci Paylaşım Savaşı galiplerinin ödülü olacak Osmanlı İmparatorluğu değişik cephelerde ölüm kalım savaşı vermektedir. Vatanlarını korumaya çalışan Türkler, bazı Ermeni ve Rum uyruklarının, düşmanla işbirliği içinde cephe gerisi silahlı faaliyetleri nedeniyle iki ateş arasında bunalmıştır. Osmanlı’nın bir kısım Rum uyruğu işgalci Yunan ordusuna katılmış, bir kısmı da Küçük Asya Savunma Örgütü (Elliniki Mikrasiatiki Amina) çatısı altında, Yunan ordusunun yanında silahlı faaliyetlere başlamıştır. Karadeniz bölgesindeki Rumların bir kısmı da Pontus devleti kurmak için bölgedeki sivil halka yönelik etnik temizlik faaliyetlerine girişmiştir. Cephe gerisindeki bu türden silahlı faaliyet gösterenlere mukabele ve bunların bölge dışına nakli hem sivil halkın hem de ordunun ikmal yollarının güvenliği açısından kaçınılmaz hale gelmiştir. Savaş koşullarında alınan ve uygulanan bu türden önlemlerin soykırım olarak çarpıtılarak Türkiye Cumhuriyeti’ne fatura çıkarılmasının hiçbir hukuki dayanağı ve tarihi gerçekliği yoktur.
POSTMODERN HAÇLI SEFERİ
1911-1922 arası, 11 yıl boyunca çok yönlü saldırılara karşı yurdunu savunan mazlum bir milletin meşru mücadelesine karşı bu tür iftiraların arka planı üzerinde düşünülmelidir. Ülkeyi savunmanın suç, yurttaşı oldukları ülkeye karşı düşmanla işbirliğinin masumiyet olarak çarpıtılması, Türklerin diğer etnisitelere karşı soykırım yapan hoşgörüsüz bir millet, Türkiye Cumhuriyeti’nin soykırımla kurulan bir devlet olduğu algısını pekiştirmeye yöneliktir. Bunun bir adım sonrası, soykırımla kurulduğu için meşruiyet temeline dayanmayan Türkiye Cumhuriyeti’nin uluslararası camiadan tecrit edilerek karantinaya alınmasını sağlamaktır.
Sözün kısası, emperyalizme baştan teslim olup köleliğe razı olmadıkları için asla bağışlamadıkları bir milletin atalarına iftira atarak faturanın günümüz Türkiye’si tarafından ödenmesi istenmektedir. Sorunun temelinde her türlü saldırı ve yok etme çabalarına rağmen kök saldıkları bu coğrafyadan bir türlü sökemedikleri bir milletin varlığından duyulan rahatsızlık vardır. Yüzyılların hıncıyla, soykırım iftirası üzerinden Türkiye ve Türklere karşı düzenlenen Postmodern Haçlı Seferi’nin gerçek nedeni budur!